Category Archives: İK

Belirsizlik insana neler yaptırır? Harvey Nicholes!


Tanıdık ortamlarda kendimizi güvende hissediyoruz, çevremizde hep tanıdık kişiler görmek istiyoruz. Kriz ortamı kültürel olarak yıllardır içimize işlediği için hep bir geleceği bilme ihtiyacı içerisindeyiz. Belki Türklerin diğer kültürlere göre fallara bu kadar düşkün olmasının sebebi bu belirsizlik ortamıdır. Sürekli mali olarak yarın ne olacak kaygısı bizi düşündürtüyor bu nedenle geleceği öğrenmek istiyoruz. Her şeyi son dakikaya bırakma, son anda harikalar yaratabilme yeteneği genetik kodlarımıza kadar işlemiş. Bu nedenle Türk yöneticilerin dünyadaki uluslararası şirketlerin kriz yönetimi gerektiren pozisyonlarında bir numaralı aday olması hiç şaşırtıcı değil: https://www.capital.com.tr/haberler/tum-haberler/what-do-they-think-of-turkish-executives

 

Bu yaz gittiğim Fethiye’de insanları tanıdık bir ortamda, evinde hissettirme uğruna neler yapılabileceğini gördüm. Marka isim katliamı olmuş ancak resimdeki dükkanlarla markanın asıl sahiplerinin uğraşacağını bile düşünmüyorum. Durum içler acısı şöyle ki tüm dükkanlar neredeyse İngiltere’deki mağazaların isimlerinin bir harfle değiştirilmiş hali, bazı zamanlarda da benzer logo ve yazı stilleriyle isimlerin çarpıtılmış hali. Bu plan Fethiye’de yaşayan İngilizleri daha çok satın almaya itiyor mudur bu bir araştırma konusu olabilir.

Esnaf kakafoniden, her şeyi biraraya getirme ve satma kültüründen bir perakende kültürü çıkarmış. Aynı mağazada terlik satıyor, biblo satıyor, çakmak satıyor, oyuncak satıyor. Ne bulursa dükkana yerleştirmiş. Sadece rengarenk ve kalabalık olduğu için içeri bakma ihtiyacı hissediyorsun. Belirli bir alana odaklı ürünleri satma anlayışı yok. Işıl, ışıl rengarenk geniş mağazalarla algıyı çekmeye çalışıyor. Bu da onların kriz yönetimi belki. Türkiye’deki terör olaylarından sonra az gelen turisti de elinde tutmaya çalışıyor, nereden hangi ürün ihtiyacından yakalarsam kardır diye bakıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

Great Insights from Internations Expat Survey


https://www.internations.org/expat-insider/2016/the-best-and-worst-places-for-expats

Türkiye Üst Yönetim Seviyesinde En Az Kadın Çalışan Oranına Sahip Ülkelerden Biri.


http://www.economist.com/blogs/graphicdetail/2015/03/daily-chart-1

Sürüden Ayrılmak Bir İK Hikayesi


Break-Free

Bir varmış bir yokmuş, kırmızı başlıklı bir kız varmış. Cesurmuş, ormanda keşfe çıkmış. Kurtla karşılaşıp niyetini anlamak için sorular sorduğunda kurdun “seni daha iyi görebilmek için” benzeri cevaplarından sonra sıra bu sefer sıra kendisine gelmiş. Neden bu yolu seçtiğini Kırmızı Başlıklı Kız şöyle açıklamış;

“Çevresinin önündeki engelleri anlamak, bir adım da olsa bugünü ileri taşımak için DEĞİŞİMİ başlatmak ana gayemdir.”

Amacına uygun olarak kırmızılara bürünmüş ve ormana korkusuzca dalmış. Kültürleri ve insanları birbirine yaklaştırma üzerine eğitim görmüş, bu yüzden farklılıklara inanır sürüye uymak için çaba göstermezmiş.

Diplomasiye sığınmadan dürüstçe ve açık hareket ettiği için kurdun onu yemesi gibi talihsiz şeyler başına gelmiş ama yılmamış her masalın sonunun iyi biteceğine inancı tammış.

Bu alanı seçen herkes bir masal kahramanıdır, çünkü dar alanda olumsuzlukların kısa paslaşmalarına rağmen kendi sahalarında iyi bir etki yaratma uğruna didinirler.

Birçoğu Pamuk Prenses gibi iyiyi temsil eder ve insanların içine su serper. Temsili duruşları şahane, var oluşları bahanedir.

Bir kısmı Külkedisi gibi çok çalışır, çalıştıkça daha çok işle ödüllendirilir. Prensin onu bulacağı başarı anının hayaliyle yanıp tutuşurlar.

Rapunzel gibi fildişi kulede kapana kısılmış yaşamayı devam ettirebilir, olan bitenden uzak geçinip gidebilirler.

Bazıları uyuyan güzel gibi uyumaya devam eder. Etrafındakileri fark etmeme uğruna daha harikulade bir kılıf olabilir mi? Kavgasız gürültüsüz masalın sonu onlar için iyi biter.

Şeker evin sanrısıyla semiren Hansel ve Gretel gibi kahramanlar da vardır. Evde ortalığı, arkayı toparlama görevi onlara verilmiştir.

Olan, ormana dalma ve her gün peri masalındaymış gibi davranan ahaliye olumsuzlukları gösterme cesaretinde bulunan, büyükannesine arada ziyarete giden ve sunduğu kırmızı elmalarla çevresindekileri geliştirmeye çalışan kırmızı başlıklı kıza olmuş. Yine de gerisinde olumlu bir değişiklik bıraktığının farkındaymış. Ormanda teması olan her şeyi, kurdun ölmesine sebep olarak ve yardımseverliğiyle aslında kurtarmış. Yeni maceralara kaldığı yerden devam edecekmiş.

Başka alanlar varken neden bu yolu seçtiğini unutmayan kırmızı başlıklı kızlar, başkasına benzemeye çalışmayıp değişimi alevlendirmeye devam etmeliler. Sürüye uyup, rahat yaşamak varken olumlu yönde fark yaratmayı seçenler masal kahramanlarının yüzde birine, çok küçük bir kısmına tekabül eder. Sözüm onlara. Sürüden ayrılmak bazen güzeldir, sürüye uymanızı beklemeyen başka ormanlar ve kıymetinizi bilen insanlar elbette çıkar. Bazen daha küçük bir ormanda, daha basit bir hayat yaşamayı seçmek ama etki bırakabileceği bir yerde olmak olgunluk ister.

Gerçek aklı bulup yüceltmek ve problemi görüp çözme uğruna kafa patlatmak değişimin öncülerinin yapacağı iştir. Yüzde bir bile olsalar dünyada olumlu etki yaratan asıl kahramanlar onlardır.

Workers on Tap


Son paragraf durumu güzel özetlemiş.

http://www.economist.com/news/leaders/21637393-rise-demand-economy-poses-difficult-questions-workers-companies-and

2014 Boğaziçi Üniversitesi İnsan Kaynakları Zirvesi


Notlarımı kayda geçireyim, katılamayanlarla paylaşayım diye 5 Aralık Cuma günü Boğaziçi Üniversitesi’nin gerçekleştirdiği İnsan Kaynakları Zirvesi’nin  kısa bir özetini yapmak istedim. Genelde İK kongrelerinde benzer başlıklar benzer konuşmacılar vardır, bu toplantıda farklı disiplinlerden de katılımcılar ve onların gözünden İK da vardı. Bizim okulda İşletme ve Ekonomi bölümleri vardır ama İnsan Kaynakları özelinde bir bölüm, sertifikasyon olmadığı için bu zirve bir açığı kapadı diye düşünüyorum. Katılanlar da gözlemlediğim kadarıyla oldukça homojenik bir gruptan oluşuyordu; İK direktörleri, yeni kuşak İK’cılar, akademisyenler, özel sektörde farklı birimlerden çalışanlar, öğrenciler.

Daha iyi olabilecek şeyler  elbette vardı. Katılımcılar sahneye çıktığında arkada kısa bir özgeçmiş olsa fena olmazdı, bir kitapçıkta akış verilebilirdi. Hep telefonla programa bakmak durumunda kaldık. Zaman yönetimi de daha iyi yapılabilirdi diye düşünüyorum, Cuma günü bu kadar yoğun çalışan insanı 18:30’a kadar orada tutmak oldukça zordur. Sanıyorum ilk defa gerçekleşiyor zamanla daha da iyi olacaktır diye düşünüyorum. Yetenek savaşları, yetenek yönetimi konularının olması çok ilgimi çekti. İnsan Kaynaklarında gittikçe önem kazanan datanın analizi ve bu analizleri şirketle ilgili kararlarda nasıl kullanılacağı konusu da işlenseydi faydalı olurdu.

Programın akışını aşağıdaki linkten buyurun;

http://www.ikzirve.com

Üstün Ergüder‘in konuşmasından aklımda kalanlar yönetim ekiplerinin bazılarının çevresinden biat eden kişileri bulundurduğu, kibir kültürüyle zayıflıkları örtbas etme meylinde olduklarıydı. Genelde üniversitede politik dengeleri gözetip her bölümden kişileri dengeli bir şekilde yönetime getirmektense işi en iyi yapabilecek yöneticileri, beyin takımını biraraya getirmeyi tercih ettiğini söyledi. Bunu şirketler için de uyarlayabiliriz, biraz cesaret ve kararlılık istiyor ama daha başarılı sonuçlar getireceğine eminim.

Vedat Akgiray günümüzde zaten uygulanan performans ve davranış ikilisinin birarada olmasının öneminden bahsetti. Etik kelimesini kurumların ahlakı, kurumsal ahlak olarak tanımlarken, ahlaki bütünlüğü kişilere atfetti. Kurumların şeffaf, dürüst ve vicdanlı olmasının beklendiğinden bahsetti.

Enerya CEO’su Aslan Uzun‘un konuşmacı katılımı çok hoş bir hareket olmuş. Keşke İnsan Kaynakları konularının konuşulduğu toplantılara katılımcı olarak şirketlerin daha da çok tepe yöneticisi katılsa, İK’ nın verimliliği ve etkisi yöneticilerin İK konularına inanması ve sahiplenmesiyle ancak mümkün olabilir. Keşke beraber dinlesek, tartışsak…

Genel olarak İK’cılar olarak en beğendiğimiz oturum Murat Yeşildere, Ali Ayaz ve Mustafa İçil‘in sunumuydu. Realta’ nın üniversite öğrencileri arasında yaptığı araştırmaya göre üniversite öğrencilerinin en fazla ilgilendiği şirketler bankacılık ve pazarlamanın ön planda olduğu şirketlermiş. Tabii üniversite öğrencilerinin bölümlerine ve vizyonlarına göre değişir, bankacılık okuldayken hiç benim ilgimi çekmedi mesela. Bir bankada çalışacağımı hiç hayal etmek istemedim. Onun dışında Mustafa İçil bazı iyi uygulamalarından bahsetti. Örneğin bazı şirketlerde en çok performansa katkı sağlayan üniversite datasından yola çıkarak o üniversite öğrencilerine mülakata çok zaman harcamadan daha fazla teklif yapıldığından bahsetti.  Yaptıkları çalışmalara göre çalışanların işe başlamasından itibaren 7.,30. ve 90.günlerde yapılan görüşmeler işten çıkışlarla ilgili kritik bilgiler sağlıyor. Öğrencilerin şirketlere ilgisini çekmek için onlara fayda sağlamanın daha yapıcı olduğundan bahsedildi; örneğin artık kimse özgeçmiş yazma ilgili bir toplantıyla ilgilenmiyor.  İşveren markası olmanın employee branding, employer branding, talent branding olarak üç kollu ilerlediği üzerinde duruldu.

Çarpıcı bir araştırma da şunu söylüyor; 1955 senesinde şirketlerde ortalama çalışma süresi 27 yılken, şu an 4 sene civarında. Bence satış ekipleri ve perakende gibi bazı sektörleri düşünürsek daha az bile olabilir. Bu noktada da işveren markası olabilmenin önemi artıyor. Şirketlerin üst düzey yöneticilerinin profillerinin özenli olması bu anlamda fark yaratabiliyor.

Talent branding için İK ve yöneticilerin sonraki dönemler için potansiyel kişilerle iletişime geçmesi onları bir kenarda tutmasının öneminin gün geçtikçe arttığından bahsedildi.

Gelelim en çok merak edilen konuya; 2015 senesi ücret beklentileri. Geçmişte örneğin 2012’de enflasyon sene sonuna göre daha düşük seyrederken yıl sonunda %10,4 oranında olunca şirketler dip bütçelerini %30 ileri almışlardı.  2013 yılında %6,16 enflasyon oranı; 2014 yılında %7,14 enflasyon oranı ve 2015 senesinde yıllık %8,4 bekleniyor.

HAY grubunun verdiği bilgilere göre bu sene ücret artışı yabancı şirketlerde ortalama %8, Türk şirketlerde %9 olarak öngörülüyor. Türk şirketlerde daha fazla ücret artışı olmasının sebebi ücrete ayrılan kısmın yabancı şirketlerden daha az olması, bu fark artışlarla giderek kapanıyor.

Türkiye’de ücret paketlerinde baz maaş toplam ücret paketlerinin yoğunluğunu oluşturuyor. Ücret paketinin %77,5’i baz maaşken, yan haklar %16,1 ve değişken ücret (prim) %6,4 oranında kalıyor.

Türkiye’de median değerleri, gruplar arasındaki fark %22’ymiş. Bu epey geniş bir oran. Batı Avrupa’da %8, İskandinav ülkelerinde %3-4 seviyesinde. Türkiye Hindistan ve Çin’ e bu yönden benzerlikler gösteriyor.

Satış primlerinin toplam paketin %7 oranında kalması  ve diğer yıllara göre sapma göstermemesi ayırt edici bir faktör olmadığını ve Türkiye’de çok fazla önem önem verilmediğinin göstergesi.

Yan haklarla ilgili bazı genel oranlar da paylaşıldı; Şirketlerin %13’ü uzun vadeli teşvik sunuyor.  Şirket arabası tüm şirketlerin %90’nda, özel sağlık sigortası %87’sinde, yemek %68’sinde (ancak şirketlerin %32’si bunu baz ücrete yediriyor), ulaşım yardımı %60 civarında. Bence Türkiye’de şirket aracına diğer ülkelere göre hala daha çok önem veriliyordur, en çarpıcı fark budur diye düşünüyorum. Yabancı şirketlerin %97’sinde, yerli şirketlerin  %79’unda özel sağlık sigortası var.

Baz ücretler dikkate alındığında tüm sektörler %100 ödüyorsa enerji %115-120 ödüyor. Yani bazı sektörler baz maaş anlamında diğer tüm şirketlerin ortalamasının üzerinde kalıyor. Hatırlayabildiklerim genelin üzerinden kalan sektörler; enerji, kimya, savunma sanayi, ilaç ve havacılık. Buna karşın Perakende %85 oranında sektörler arasında aşağıda kalıyor, genel %100 ödüyorsa perakende ortalama %85’te ödüyor.

Deniz Gökçe‘nin sunumu da harikuladeydi, Türkiye’nin dinamikleri ve ekonomi üzerindeki etkilerini çok geniş anlattı. Bizim işimize yarayacak kısaca birkaç nokta; Türkiye 2015 sonu senesine kadar büyüme gösterecek, %3,5-%4 büyüme bekleniyor. Bütçeleri yaparken bu datayı kullanabiliriz diye paylaşmak istedim.

İbrahim Üğdül İK’cıların işine yarayabilecek bazı uygulamaları paylaştı. Bazılarını halihazırda kullanmakla beraber çoğunu bilmiyordum. Bunları tek tek inceleyip ileriki günlerde işimize en çok yarayabilecek olanları detaylarıyla listelerim. Paylaşılanlardan bazıları; salesforce.com; workday recruiting, zoho sales, toplantılar için “Do”, yapılacaklar listeleri için “Trello”, proje yönetimi için “Basecamp” ve kalabalıklarla bağlantı kurup, onlarla fikir ve iş üretmek için Crowdsource. Kendisine soru sormaya vakit kalmadı ama her yerden datanın alındığı bir dönemde tüm bu uygulamaların etkisini ölçen bir şemsiye uygulama var mıdır diye sormak istedim. Şirket içi dataları inceleyebiliyoruz ama şirket dışı uygulamalarda veriyi analiz edip uygulamalardan hangi birini kullanalım diye bizi yönlendirecek bir sistem, uygulama var mıdır? Bilen varsa beni de aydınlatırsa memnun olurum.

Ayşegül Toker, Ecmel Ayral, Ayşe Öztuna ve Mehmet Göçmen‘in sunumları da harikuladeydi. Stratejik Yetenek Yönetimini dört ana başlığa ayırarak araştırma yapmışlar; Stratejik FarkındalıkSistematik YapılandırmaStratejik UygulamaÜst Yönetim Desteği. Kurumsal yerleşmiş şirketlerde uygulamaların olduğu ama stratejiye ve performansa katkısının paralel olmadığı tartışıldı. Yani kağıt üzerinde var, uygulanıyor ama stratejiye hizmet etmede, performansı ayırmada yardımcı olmuyor. Ayşe Öztuna, özellikle birçok büyük şirketin yetenek yönetimi konusunda üst yönetimin desteğini alamamasının oldukça fazla görüldüğünü söyledi. Yani tepe yöneticileri, şirket sahiplenmedikçe uygulamalar havada kalıyor. Birçok şirketin yetenek yönetimiyle ilgili farkındalığı varken, özellikle yeni kurumsallaşan şirketlerde sistematik yapılandırmanın bile henüz olmadığından bahsettiler. Teorik olarak oldukça güzel bir panel olmasına rağmen, çözüm konusunda pek yol gösterici olmadılar. Mehmet Göçmen benim de gözlemlediğim Yönetim Kurullarının, İcra Kurullarının genelde yönetim kurulu başkanının baskınlığıyla sonuçlandığını, çok sesliliğin olmadığı, zamanla diğer üyelerin de yönetim kurulu başkanına benzediğinden yakındı. Doğru gözlem ama çözüm için neler yapılabilir pek konuşulmadı. Birçok şirket; bu kadar gelişim programı olmasına, yöneticilerine farklı farklı iş deneyimleri kazandırmasına rağmen yine de üst düzey pozisyonlarını şirket içerisinden dolduramıyor. Dolayısıyla yetenek yönetimi konusunda konuşmaya, tartışmaya daha devam edeceğiz gibi duruyor.

Nevzat Aydın’ın gelip şirketinin İK tarafını anlattı. Tüm iş görüşmelerine girdiğinden bahsetti, deneyimden çok kim neyi yapabilir yani potansiyeli işe alma konusunda başarılı bir örnek şirket tutumu sergiledi. Dijital görünürlülük önemli olmasına rağmen en kritik bölümün işe alımın birebir görüşmesinde belirlendiğini, kişinin gözünün içine bakarak karar verdiklerini söyledi. İşe alıma kendi bakış açım da benzer olduğundan sunumu çok beğendim. Yine de gözlemlediğim kadarıyla şirket kültürünün oluşması ve devamı için kendisi bireysel olarak oldukça baskın duruyor, zamanla birkaç paydaşıyla bu konuyu paylaşsa, daha fazla delegasyon yapsa daha başarılı olur kanaatindeyim. Burcu Bıçakçı bu bölümde çok iyi bir moderasyon yaptı, paylaştığı anekdot çok akılda kalıcıydı.

Zirvenin devamının gelmesi dileğiyle…

Emma Watson’un “HeForShe” kampanyası için BM’de yaptığı ilham verici konuşma…


Can Dostum


Dün maç çılgınlığının dışında kalmak için kendimizi sinemaya attık. Gittiğimiz film Intouchables “Can Dostum”, yakın arkadaşla gidilebilecek en güzel filmdi.

Caddebostan AFM el değiştirmiş artık AFM değil. Sinemanın tuvalet aynaları reklamlanmış, ne kadar antipatiktir insan bakınca kendini göremiyor. Herneyse maç saatinde in cin top oynuyor, sinemanın her zamanki izleyicileri 50 yaş üstü amca ve teyzelerle filmi izlemeye koyulduk.

Bir Zeynep bir ben film seçeriz genelde, bu sefer seçim sırası onundu. Bunun rahatlığıyla elimi kolumu sallaya sallaya sinemaya gittim. Fransız filmi olduğunu sinemada öğrenince bir an dünyam yıkıldı ama film başlar başlamaz yüzümdeki ifade boş bir gülümsemeye dönüştü.  Çok samimi bir film bir kere; iki farklı karakterde insanın, hayatlarının bir bölümünde birbirlerine destek olarak kendilerini dönüştürmelerini anlatıyor. Defalarca işlenen bir konusu var aslında ancak oyunculuklar çok içten ve filmin bir sahiciliği var. En güzel yanı da bir ömürde kısa bir dönem denecek kadar birbiriyleriyle vakit geçiren Phillipe ve Driss, çok şey paylaşıyorlar, dostlukları onları onarıyor ve sonrasında hayatlarına farklı kişilerle ve yolculuklarla devam edebiliyorlar.

İnsan karşısındakine kendini açınca, önyargı lenslerini çıkarıp atınca o ilişkiden güçlenerek çıkıyor ve ilerliyor. Bunu öğrenmeye da uyarlayabiliriz. Örneğin finansal verilere çok önem veren bir yöneticiniz varsa siz de o gözle bakmaya başlıyorsunuz veya çevresindekilerle iyi geçinen yakın bir çalışma arkadaşınız varsa siz de bunu norm olarak görüp onun gibi davranıyorsunuz.

Özellikle kişinin ilk çalıştığı şirketin veya yöneticisinin onun kariyerinin geri kalanında etkisi oluyor. Fark etmeden ilk çalıştığınız şirketin kültürünün veya yöneticinizin özelliklerini taşıyabiliyorsunuz.Son zamanlarda hızlı yer, pozisyon değiştiren çalışanlar çok büyük bir öğrenmeyi de kendilerine katıyorlar. Ne kadar farklı kişiyle beraber çalışırsanız bakış açınız o kadar genişliyor. Mesela analitik düşünme yeteneğini geliştirmek istediğiniz bir kişiyi analiz yapıp strateji geliştiren bir kişiyle çalışma ortamında eşleştirdiğinizde bu yönlerin geliştiğini görebiliyorsunuz.

Aslında olay bu kadar basit değil. Sadece kişileri birbirleriyle eşleştirmek ve zaman geçirmelerini sağlamak ilgili konuda gelişmelerini sağlamıyor. Örneğin aynı kademedeki pozisyondaki biri mi, yoksa daha üst pozisyondaki biri mi bu gelişime katkıda bulunur, ne kadar süre yeterli olur, hangi işler ve projeler bunu sağlar gibi konuları düşünmek gerekebilir.

İşte şirketlerin bu noktada iş yaparken öğrenmeyi sağlayacak aktiviteleri yapılandırmaları ve sonrasında çalışanları yönlendirmeleri tüm organizasyona iş başarısını getirebilir. Görev süreleri, görevlerin içeriği, birlikte çalışılacak kişiler vs. öğrenmeyi nasıl daha etkin kılar bunu düşünmek yoğun, koşuşturmacalı olan iş hayatını gelişimle bütünleştirir. Bu aralar takıldım bu konuya ben de. Sonraki yazılarımda daha detaylı yazacağım. Giriş filmi olarak da Can Dostum’u seçtim, fırsat bulursanız izleyin zihni açıyor, gönlü yumuşatıyor bu film.