İstanbul’un gerçekten eskiden bir sesi vardı. Belki vapur düdüğü; simitçi, bozacı gibi sokak satıcılarının bağırışı, martı sesi. Kokusu belki sokakta yürürken aldığım leblebi kokusu, deniz kenarında aldığım iyot kokusuydu. Şimdi birileri “Her Şehir Kendi Sesiyle Güzel” diye reklam yapmış. Şaka sandım çünkü gerçekten çok ironik. İstanbul’un sesi artık inşaat, gümbürtü sesi ve trafikteki korna sesi anlamına geliyor. Caddede yürürken trafik sesi yetmezmiş gibi bir de hımlayan jeneratör sesi sayesinde “Çevreye Duyarlı Kampanya” izleyebiliyoruz. Reklam için kurdukları sahnede videoyu oynatmak için arkada bir makina çalışıyor ve sesi acayip bir gürültü kirliliği yaratıyor.
Tüm İstanbul bir inşaat alanına dönmüşken; tüm kafeler, mağazalar kısa bir süre içerisinde açılıp kapanırken dışarıda huzur bulamıyoruz öyleyse içeride bir sıcaklık yaratalım arzusu.
Bu şömineyi ekranda gösterme durumundan restoran sahiplerinin nasıl bir beklentisi var bilmiyorum. Her restoranda bir ekran var neredeyse, birçoğunda da bu şömine yanıyormuş görüntüsü. Ateş ve şömine gibi doğal bir olguyu dijitalle buluşturmaları ikinci bir ironi.
Bir ara Fashion TV açıktı bu ekranlarda, şimdi de bu yanan odunlar popüler oldu. Maç izlemek için bir yere gidenleri anlıyorum. Ancak onun dışında restorana ekran koyunca ek bir değer yaratılıyor mu?
Heralde çok zengin bir ülke olmadığımız için ve yeni yeni tüketim insanlara kolay geldiği için bu kadar çok tüketiyoruz. Böyle yaratıcı olabiliyoruz. Her şeyi fazla fazla gösteriyoruz. Belki zamanla insanlar doyacak, olgunlaşacak ve 30 sene sonra daha sadeleşeceğiz.