Son zamanlarda yeni bir işle meşgul olduğumdan tiyatro günlüğünü ihmal ettim. Sezon kapanmaya yakın görmek istediğim en iyi oyunların listesini yapıp haftasonu iki oyun birden izledim. Tam isabet, ilhamı eskilerin üzerine bir şeyler koyup yakalayanları buldum.
İstanbul Devlet Tiyatrosu ve Bayrak ismini görünce çok klasik bir oyun olabilir endişesiyle izlemekten imtina etmiştim. Afişinin yanından geçerken bir arkadaşın Berkun Oya’nın yazdığı oyun demesiyle aydınlanıp izledim. Diğeri de Pürtelaş Tiyatro’nun Martı’sı. Her iki oyun da bir yenilik getirdiği için bana çok daha yakın geldi.
Bayrak’ta her şey ters köşe, bir şey bekliyorsun bambaşka bir şey oluyor. Özellikle ağabeyin hikayesinde bunu daha çok hissettim. Metni doğal buldum. Sadece “40 yıldır evliyiz” gibi cümlelerle geçmişi anlatma derdi beni geriyor. Zaten evli çiftin, anne bababın hallerinden uzun zamandır evli oldukları belli. Sürekli geçmişe atıfta bulunulmasa daha iyi olabilir. Oyunun doğallığını bozan oyuna sonradan dahil olan yazar karakteri, Amerikan filminden fırlamış gibi görünüyor.
Çiftin küçük oğulları birini öldürmüştür. Onların çocuklarını korumak ve polise gitmek arasında kalma durumu anlatılıyor. Bir çelişki de dikkatimi çekti. Baba küçük oğluna karşı çıkarken aynı şeyi büyük oğlu yaptığında ona yardım ediyor. Oyunun buhranlı atmosferini dekor ve ışık değişerek çok kararında vermiş, ışıkla ağaçların şeklinin verilmesi yaratıcıydı. Oyunda sigara içilmesini çok eleştiren olmuş, sigara içiyor gibi yapmak biraz eğreti durabiliyor dolayısıyla ben endişe durumuna sigarayı çok yakıştırdım. Murat Sarı’nın oyunculuğu gibi doğal oyunculuklar olduğu için sigara sırıtmamış, hatta daha iyi olmuş.
Bir tek ilk perdenin sonunda küçük kardeşin karısının onu aldatması sonrası öldürme sahnesi bana aşırı geldi. Şiddeti bu denli göstermeselerdi olurdu. Sahne biraz rahatsız ediciydi. Ancak hemen ardından sahne arasında oyun devam ediyor, oyundan kopmuyorsun.
Zamanın ileri geri gidişlerini sahnede izlemek heyecan vericiydi. Seyircide merak duygusunu hep ayakta tuttular. İlk perdenin sonuna doğru oyun yükseldi. Oyunun yükselişi, alçalışı çok ayarındaydı.
Ali İpin’in zaten iyi bir oyuncu olduğunu biliyorduk. İlk defa izlediğim Deniz Çom’un oyunculuğunu da çok beğendim. Alkışta çok alçakgönüllü duruyordu, kendinden epey farklı bir rolü oynamış diye düşündüm.
Martı, yıllar önce yazılsa da konu insan olduğu için hep güncel. İnsanın kırılganlıklarıyla ve farklı görünüşleriyle her zaman daha gerçek. Her iki oyunda da iletişimsizlik olayları nihai durumuna sürüklüyor.
Martı kesinlikle farklı bir yorumdu, oyunun akışı sahnelenişi çok dinamikti. Tek perde Uniq gibi koca salonu ayakta tutmak zor bir şey. Oyundan hiç kopmadım. Yine Arkadina’yı oynayan Tilbe Saran’ın iyi bir oyuncu olduğunun farkındaydım ama Maşa kesinlikle harikuladeydi. Treplev’i canladıran Boran Kuzum ve Maşa’yı canlandıran Gonca Vuslateri çok yetenekli oyuncular. Her ikisi de sahnede ilk defa izledim, bundan sonra daha çok takip edeceğim. Oyunun bu güncel yorumu bence bu kadar çok insana dokunmasını sağladı, oyuna çok zor yer bulunabiliyor.
Oyunun çevirisini daha önce Ataol Behramoğlu’ndan okumuştum. Ancak oyundaki versiyon çok daha iyiydi, doğallığının başarısında rolü çok büyük diye düşünüyorum. Örneğin Nina’nın son ünlü tiradında “Kendine inanmayı bırakma” gibi bir cümle geçiyordu, bu tam oturmuş. Daha önce okuduğum metinde “inançlı ol” gibi bir cümle vardı ancak oyundaki “kendine inan, yeteneğine inan” anlamındaki yorum daha yerindeydi. Yine İş Bankası Yayınları’ndan çıkan metinde Nina, Yelets’e gitme sebebini “Bütün kış angajmanım var” diye açıklıyordu. Oyunda ise angajman gibi iğreti kelimeler yoktu, çok yalın bir çeviriydi.
Karakterler derin ve yüzeyde görünmeyen çok farklı kişilik özelliklerini yansıtıyor. Hepsi birbirlerinden farklı, gölün umuduyla yaşamaya tutunmaya çalışıyorlar. Karakterlerin kendi varlıklarıyla ilgili ikilemleri var. Bayrak’da ikilem kişinin ailesi ve değer yargılarıyken, Martı da ikilem karakterlerin içlerindeki çatışmadan çıkıyor belki.
Her iki oyun da yaratıcılığın baştan, yoktan bir şey var etmek, bulmak olmadığını kanıtlıyor. Trigorin’in topladığı imgeler, deneyimler gibi aslında sürekli yaratıyoruz, eskinin üzerine koyarak devam ediyoruz. Keşke bu tip oyunların sayısı artsa…