İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda beklenmedik oyun, “Geçtim Ama Tiyatrodan”. Oyun Kosova Devlet Tiyatrosu’nda geçse de oyuncular bu sefer kendilerini, Türkiye’de yaşanılanları dolaylı anlatmışlar. Oyunun devlet tiyatrosu bünyesinde oynanması her şey yerinde anlatılır misali tam olmuş. Oyuncular bir nevi devletin bünyesinde oyunculuk nasıl olur, o sıkışmışlık ve bundan çıkan komediyi çok güzel anlatmışlar. İzlerken hem biz izleyiciler hem de oyuncular çok eğlendi, daha izleyecekler elbette vardı o yüzden konuyu detaylı anlatmayayım. Tiyatroyu Beyoğlu’ndaki sahnede izlediğim için izleyicilerin çoğu genç, rahat insanlardı “Geçtim ama Tiyatrodan’a” kahkahalarla gülebildim. Her oyun için söylemiyorum ama bu oyunu sahneye yakın izlemek çok şey fark ettiriyor oyuncuların büyük çoğunluğu doğal oynadıkları için küçük mimikleri görebilmek için önemli olabilir. Biz biraz bu nedenle de çok eğlendik. Güzel bir ekip oyunu, her oyuncu bulmacanın parçaları gibi kurguyu bütünlemiş.
Tiyatroya karşıya geçerken otobüste yanıma yaşlı bir teyze oturdu, müzik dinlemeyi bırakıp kulaklıklarımı çıkardım. Mecidiyeköy Ortaklar Caddesi’nde oturan teyze Erenköy’deki bizim Perşembe pazarına gelmiş geri dönüyordu. Yağmur yağdığı için bir buçuk saatlik yolculuğumuzda sohbet ettik, beraber dünyayı kurtardık.
Türkiye’deki yaşlılar çoluk çocuk büyüdüğü ve dostların büyük bir kısmı vefat ettiği için sosyalleşemiyor, birileriyle konuşma ihtiyaçları oluyor. Genelde otobüs duraklarında, otobüslerde yanındakilerle konuşma çabalarından bunu anlıyorum. Bağdat Caddesi Çiftehavuzlar civarında İmza Pastanesi var, yazın bahçesinde sadece ve sadece 55 yaş üstü müşteriler oluyor. Ne zaman gitsem, önünden geçsem dikkat ediyorum hep yaş ortalaması yüksek. Pastanenin gizemi bence şu, belirli bir yaşın üzerinde olanlar burayı tanışmak sohbet etmek için kullanıyor çünkü benzer başka bir yer yok. Civardaki diğer cafeler keşmekeş, kimse birbirini tanımıyor. Kendim de anneanne ve dedeyle büyümüş biri olarak yaşlıları çok severim, onlarla muhabbete bayılırım. Ama çoğu çevresindeki tanıdıklarının hayat koşuşturmasında şu anda birinci öncelikleri olmadığı için kendi gibi birileriyle ahbaplık etmek istiyor. İmza Pastanesi de bilmeden de olsa bir hedef grup oluşturmuş, aynı hedef gruptan gören buraya geliyor:) Benzer şekilde İstanbul’daki bazı Tchibo mağazalarının cafeleri, önü de emeklilerin favori mekanı olmuş durumda. Tchibo’nun kahvelerinin nispeten diğer mekanlara göre daha uygun fiyatlı olmasından da kaynaklanıyor olabilir ancak bence birbirlerini görme ve buluşma niyeti daha ağır basıyor. Türkiye’de genç nüfus fazla olduğu için sadece yaşlılara yönelik market, cafe, hastane vs pek yok. Aslında olsa bir ihtiyacı karşılarlar, işletmeciler hem para kazanır hem de sosyal yönden de sorumluluk almış olurlar. Her yer üç aşağı beş yukarı birbirine benzediği için ayrışmak, hedef müşteri olarak bir gruba odaklanmak daha karlı işletmelere yol açar.
Asıl konumuza döneyim. Hafta boyunca gittiğim ikinci oyun, yine Devlet Tiyatrosu’nun Üç Kızkardeşi. Klasik olarak sahneye konmuş. Üç Kızkardeş’in Moskova’ya gitme arzusu, gidince her şeyin değişeceğine inanmaları. Bildiğimiz üzere gidemiyorlar; sözün özü gidebilseler de hiçbir şey değişmeyecek, oyunun da kasveti buradan Çehov’dan kaynaklanıyor. Özellikle Irına ve Maşa rollerindeki oyuncular karakterlere tam oturmuşlar, derin karakterleri yansıtmakta başarılılar, çoğunlukla okurken hayal ettiğim gibilerdi. Sahnede Mahir Günşıray’ı görmek de oyunun sürprizi oldu, gitmeden onun oynadığını bilmiyordum. Yine de çok fark yaratmadığını söyleyebilirim. Bittiğindeki karamsarlığım bir iki gün sürdü. Çehov her dönem her zaman izlenir, özletir.